Alman Lisesi'nde nasıl bir öğrenciydiniz?
Orta dereceyle mezun oldum. 7/c'de sınıf birincisi olup 'Preis' alınca idare tarafından kendi arzum hilafına A şubesine kaydırıldım. Daha çok okulda öğrenen ve derslere sınırlı vakit ayırabilen bir öğrenci olmak durumundaydım.
Alman Lisesi'nde sonra öğreniminize nasıl devam ettiniz?
Amerika'ya gittim, basketbol bursu ile Evansville Universitesi'nde okudum. Türkiye'ye döndükten sonra bir yandan profesyonel basketbol oynarken (Alman Lisesindeki son iki yılımda da profesyonel basketbol oynuyordum) Boğaziçi Üniversitesi'nde master ve doktora yaptım.
Bireyselliğin ön planda olduğu Alman eğitiminin yanında daha okul yıllarında başlayan profesyonel basketbol hayatında gördüğün takımdaşlık eğitimin. Arkasından her ikisinden de takımdaşlık eğitimi aldığın USA'da devam eden üniversite ve yine profesyonel basketbol hayatın. Her iki tarz eğitim almış olmanın senin hayatına artısıyla-eksisiyle getirdikleri nelerdir?
Alman eğitimi bireysel olarak zorlayıcı olmakla birlikte aslında sistemseldir bana göre; bireyden ziyade sistem önemlidir, sistem esnemez, ödün vermez; bireysel farklılıklarla da ilgilenmez. Bireyler sisteme uymak durumundadır, uymayan sistemin dışında kalır; bu arada sisteme uyanlar da sistem tarafından öğütülür büyük ölçüde (olumsuz anlamda söylemiyorum, bize çok büyük katkıları oldu) Alman eğitimi bana ayrıntıları sorgulamayı, ama aynı zamanda büyük resmi görebilmeyi öğretti. Amerika'daki eğitim sistemi ise epeyce liberal olup bu anlamda belki daha bireyseldir, çünkü bireyler sisteme karşı daha fazla etkin olabilirler, bireysel özellikler önemlidir. Bireysel farklılıklar sistemin içinde öğütülmez, tersine diğerlerine kıyasla öne çıkan bireyler gerektiğinde sistemi esnetebilir. Önemli gelişim yaşlarımı kapsayan 8 yıllık sürede Alman Lisesi'nde eğitim almak 'sisteme uymak' açısından bakıldığında ciddi bir disiplin kazandırdı bana; arkasından 3 yıl Amerikan sistemini yaşamak da bireysel anlayış itibarıyla bir sentez oluşturma imkanı verdi - her ikisi de birbirinden değerli ve birbirini tamamlayıcı oldu. Profesyonel spor ise bambaşka bir boyut katıyor bunlara - kazanmayı ve kaybetmeyi öğretiyor, mücadeleyi ve kapasiteyi sonuna kadar zorlamayı, vaz geçmemeyi, doğru karar vermeyi, ama doğru kararı çabuk vermeyi, takım konsepti içinde dayanışmayı, güveni, farklılıkların aslında zenginlik olduğunu ve bu metnin amacını aşacak bir sürü başka olumlu şeyi. Her üçü de birbirini tamamlıyor aslında. Alman Lisesi gibi üst seviye bir eğitim kurumundan sonra Amerika'da iyi bir üniversitede eğitimime devam edebildiğim ve bütün bunların yanında uzun yıllar boyunca üst seviyelerde profesyonel spor yapabildiğim için çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
Biraz da Alman Lise'mizin sosyal faaliyet konularına ve de özellikle spora bakış açıları hakkında söyleyeceklerin var mı?
Alman Lisesiyle ve bize kazandırdıklarıyla ilgili söyleyebileceğim her şey çok olumlu iken sadece bu konu belki bir istisna oluşturabilir. Sosyal faaliyetler okulumuzun/eğitim sistemimizin ve hatta parçası olduğumuz kültürün kuvvetli taraflarından değildir ne yazık ki. Spora bakışın aslında 'eğitim sisteminin bir parçasını oluşturan sportif faaliyetler' itibarıyla kötü olmamakla birlikte (beden derslerinde birçok sportif aktivite başarılı bir şekilde yaptırılır ve öğretilirdi bizim zamanımızda) sistemin her gün tekrarlanan yapısını zorlayacak ileri seviyelerle baş edecek mekanizmalara sahip olmadığını düşünüyorum. Lise son sınıfta iyi bir takımımız vardı, ama okul bizimle ilgilenmedi, çünkü hocalar da, yönetim de - hatta sistem de - sportif başarı kazanma ve elde edilecek başarıdan değer yaratma konusunda epeyce donanımsızdı. Dolayısıyla gerçekten güçlü olan takımlarıyla ilgilenmediler, çünkü Alman Lisesi basketbol takımının şampiyon olması gibi bir amaçları yoktu - belki de bir Alman Lisesi takımının şampiyon olabileceğine inanılmıyordu - böyle bir sürecin nasıl yönetileceği hakkında bilgileri de yoktu ama galiba en önemlisi böyle bir amaçlarının olmamasıydı. (Lise son sınıfta A milli takımda oynuyordum ve Eczacıbaşı takımıyla Şampiyon kulüpler kupasında yer alıyorduk, dolayısıyla çok sık yurtdışına seyahat ediyorduk. Okul müdürü bir gün beni çağırdı ve bunu tolere etmeyeceğini, yönetmeliklerle izin verilen gün sayısından fazla devamsızlık yaparsam 'sınıfta kalacağımı' söyledi. Türkiye'yi temsil etmekte olduğum, dolayısıyla görevli addedildiğimi kendisine hatırlatan resmi Milli Eğitim Bakanlığı belgeleri kendisine gönderildiğinde söylediğinin arkasında duramadı (kötü niyetli değildi, sadece böyle durumları yönetecek donanıma haiz değildi.) Neyse, okuldan kimse takımla ilgilenmeyince bir arkadaşımızın babası (Raman Kırımlı) gönüllü olarak coachluğumuzu üstlendi, birkaç yıl önce kaybettiğimiz değerli hocamız Herr Burdenski'yi takımdan sorumlu hoca olmaya rica minnet ikna ettik ve kendi kendimize maçlara gitmeye ve kazanmaya başladık. İki yıl üst üste İstanbul Şampiyonası'nda derece yaptık. Son sınıfta derece yapınca Marmara Bölge Şampiyonası'na gitmeye hak kazandık; gittik ve orada da derece yaptık. Türkiye Şampiyonasına gitmeye hak kazandık. Bölgesel kupayla ve Türkiye finallerinde oynama hakkıyla okula geri döndüğümüzde kimse bize bir şey sormadığı gibi kupayı dahi bizden istemediler - koskoca kupa öylece bende kaldı - çünkü okul yönetimi bu tür üst seviye sportif başarılara inanmıyordu. Değerlendirecek bir formasyona da sahip değillerdi.. Takımın oyuncuları olarak kupa elimizde rastgele sınıfları dolaştığımızı, hocalardan izin alıp kupayı da göstererek onların adına kupa kazandığımızı, kazanılan başarının önemini, bu gururu paylaşabileceklerini anlattığımızı hatırlıyorum. Sonra da kupayı götürüp idareye teslim ettik. Haziran ayında yapılan Türkiye Şampiyonası'na da kendi isteğimizle katılmadık - ki derece yapabilirdik. Ve belki daha da kötüsü, kimse bize "neden gitmiyorsunuz?" diye de sormadı.
Sporun siyasileştirilmesi hakkında ne düşünüyorsun?
Sporu dünya çapında söz sahibi olacak seviyeye çıkardığınızda siyasetten ayırma imkanı olmuyor zaten - Pekin Olimpiyatları Çin'in dünya sahnesine çıkışının kilometre taşlarından biriydi ve açılış töreninde 100'e yakın lider vardı, müthiş bir siyasi 'confrontation'dı ve ilgiyle izlemiştim.. Türkiye'de bu işin ilave bir boyutu daha var - devletin spora yatırım yapması anayasal bir yükümlülük iken, bu yükümlülüğün yürütme erki siyasi irade iken ve bunun sonucu olarak tüm sportif altyapı başta olmak üzere bir sürü sportif realite siyasi iade eliyle sahnelenirken spora siyasetin karışmasının doğal olduğunu düşünüyorum. Önemli olan yönetimin ehil ellerde bulunması ve sportif yönetim doğrularının sonucu olumsuz etkileyebilecek siyasi önceliklere feda edilmemesine dikkat etmektir, ki bu da mevcut durumun doğası gereği kolay değildir.
12-D seni çok seviyor. Sen de bizi seviyor musun?
12-D sınıfı birçok başka sınıfa kıyasla yakın dostluğunu devam ettiren, birçok şeyi paylaşan, beraber yapan candan bir dost grubu. Mezuniyetten seneler sonra 12-D sınıfı beni kendi sınıflarının mensubuymuşum gibi aralarına aldı. Düzenli olarak buluşuyoruz ve birlikte çok keyifli zamanlar paylaşıyoruz, seyahat ediyoruz.. Okul döneminde birçoğunuzla arkadaştık, bazılarınızla da çok yakın dosttuk ama yine de böyle bir şey olacağını düşünemezdim. Birlikte yaptığımız her şeyden keyif alıyorum. 12-D'nin bana bu şekilde kucak açmasından ve kendilerinden ayırd etmemesinden çok gurur duydum.
Motosiklet tutkunu biliyoruz. Bu tutku yaşantına neler katıyor?
Sadece motosiklet değil, yüzme, yelken, dalış, trekking ve her türlü doğa sporu .. Motosiklete binmekten keyif alıyorum. Yükseltilmiş bir Africa Twin motosikletim var ve otobanlarda sürat yapmaktan ziyade dağ tepe dolaşmayı, doğada olmayı seviyorum. Enerji veriyor bana, ayrıca da zihnimi boşaltmama yardım ediyor, bir nevi meditasyon gibi. Motor sürmenin kolay olmamasına ilaveten Türkiye'de motosiklete binmenin tehlikeleri itibarıyla Amerikalıların söylediği gibi ciddi bir 'challenge' olduğu için başkaldırı ve özgürlük hissi de veriyor.
Suna Abladan gofret alırken üstten mi uzanırdın?
Evet, herkes öyle yapardı. Teneffüslerin uzun olmaması bir yana, içerisinde öğütüldüğümüz sonuç odaklı eğitim sisteminin getirdiği koşuşturmayı da vurgulamak lazım herhalde. Ben en arkadan gelip büfenin önünde üşüşmüş kalabalığın üzerinden paramı uzatırdım, Suna Abla da parayı alıp sandviç/gofret ya da her ne ise verirdi, süper bir uyum içindeydik yani. Nurlar içinde yatsın.