ECZACIBAŞI, BÜLENT
DER, DIE, DAS
25 Ekim 1949, İstanbul
Alman Lisesi öğrenim yıllarınız:
1960-1968
Alman Lisesi sonrası eğitiminiz:
-Imperial College of Science and Technology, Londra, İngiltere - (BSc)
-Massachusetts Institute of Technology, Cambridge, Mass., ABD - (SM)
Mesleğiniz:
Yk. Kimya Mühendisi
Halen çalıştığınız yer / Bulunduğunuz pozisyon:
Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Meslek dışı çalışmalarınız:
-İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı
-İstanbul Modern Sanat Vakfı (İstanbul Modern Müzesi) Mütevelli Heyeti Başkanı
-Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Onur Başkanı
Yabancı diliniz:
-Almanca
-İngilizce
Eşinizin adı:
Oya Eczacıbaşı
Eşinizin mesleği:
Müze yöneticisi
Çocuklarınızın isimleri:
Emre Eczacıbaşı (1984), Esra Eczacıbaşı (1989)
Ailenizdeki, başka Alman Liseliler:
Faruk Eczacıbaşı (kardeş), Beyhan Eczacıbaşı (anne)
E-posta adresiniz:
bulent@eczacibasi.com.tr
ECZACIBAŞI, BÜLENT Cevaplıyor
Annem, babam ve annemin tarafındaki aile büyüklerimiz Alman kültürü almış insanlardı. Annem Beyhan Eczacıbaşı Alman Lisesi mezunu olduğundan, Alman Lisesi'ne ailece yakınlığımız ve sevgimiz vardı. Babam Nejat Eczacıbaşı ise biyokimya alanındaki yükseköğreniminin önemli bir bölümünü, Heidelberg ve Berlin Üniversitelerinde yapmıştı. Günümüzün dünyasında iyi İngilizce bilmenin şart olduğunu, ancak Almanca bilmenin de çok önemli olduğunu, İngilizcenin daha yaygın olması nedeniyle Almancanın öncelikle öğrenilmesi gerektiğini, aksi halde bir daha öğrenme fırsatı bulunamayabileceğini, İngilizcenin ise temel eğitimi lisede aldıktan sonra geliştirilebileceğini düşünürdü. Bu nedenle Alman Lisesi'ne girmem bütün aile büyükleri tarafından arzu ediliyordu.
İyi bir öğrenciydim. Orta son sınıftan itibaren sınıfımın en iyi iki öğrencisi arasında yer alarak ödül kazandım, son sınıftan ise okul birincisi olarak mezun oldum.
En çok matematik ve fizik derslerini severdim. Kimya ve biyoloji ikinci sırada yer alırdı. Özellikle sevmediğim ders yoktu diyebilirim.
Çok sayıda öğretmenim bende güzel anılar ve izler bırakmıştır: Matematik-fizik öğretmenlerimiz Herr Cordes ve Herr Jacobs. Biyoloji ve kimya öğretmenlerimiz Herr Böhmer, Herr Rüggeberg ve Herr Heine. Almanca öğretmenimiz Frau Semerau, İngilizce öğretmenlerimiz Herr Müller ve Herr Nolting, sanat tarihi öğretmenimiz Herr Schneider. Edebiyat öğretmenlerimiz Suzan Batıman, Gökşin Dinler ve Rüştü Altunbay, tarih öğretmenlerimiz Güzin Yaramancı ve Cahide Atakol, coğrafya öğretmenimiz Mediha Alp.
Okul takımında satranç ve masa tenisi oynadım. Sanat tarihi ve fizik çalışma gruplarına (Arbeitsgemeinschaft) katılırdım.
Hrant Yavrusakuk, Bürgehan Postalcıoğlu, Adnan Olcay, Sinan Özman. Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra, bugün de bu arkadaşlarım en yakın dostlarım arasında yer alıyorlar.
Yükseköğrenimimi bitirdikten sonra, aile şirketimizde babamla birlikte çalışma idealim vardı. Öğrenimimi ise teknik bir alanda yapma arzum, fen derslerine olan merakım nedeniyle Alman Lisesi'de şekillendi.
Şimdi olduğu gibi o zaman da Alman Lisesi ülkemizin en iyi öğrenim veren okullarından biri olarak bilinirdi. Yurtdışındaki üniversitelere gitmek isteyen mezunlarda Almanya'da yükseköğrenim yapma arzusunun o yıllarda daha yaygın olduğunu, bugün ise ABD tercihinin ağır bastığını gözlemliyorum. Okulun şartları konusunda bugünkü durumla karşılaştırma yapacak bilgiye sahip değilim.
Mezuniyet yılımızda Alman Lisesi'nin 100. yıl kuruluş yıldönümünü kutlaması bizim açımızdan çok güzel bir rastlantı olmuştu. Birçok arkadaşımızın yer aldığı koro ile verilen Carmina Burana konseri unutamadığım anılar arasındadır.
Her yaz tatilinde mutlaka birkaç hafta Almanya'ya giderdim.
Londra'da Imperial College of Science and Technology'de fiziko-kimya dalında lisans eğitimini tamamladıktan sonra ABD'ye gittim, Massachusetts Institute of Technology'dan (MIT) yüksek kimya mühendisliği diplomamı aldım.
Alman Lisesi'nin eğitimime ve kişiliğime katkılarının çok değerli olduğunu düşünürüm. Her şeyden önce düzenli ve disiplinli çalışma alışkanlığını orada edindim ve bunun bütün çalışma yaşamımda yararını gördüm. Almancanın yanı sıra İngilizceyi de yeteri kadar öğrenerek mezun olduğum için, yükseköğrenimimi İngiltere ve ABD'de sürdürme olanağını bulabildim. Her şeyden önemlisi, hümanist düşünce ile Alman Lisesi'nde tanıştım ve yaşamım boyunca süren etkisi altında kaldım. Birçok felsefi akımın, Türk edebiyatının, dünya edebiyatının klasiklerini ve tüm önemli eserlerini Alman Lisesi'nde okuma fırsatını buldum. Okuma zevkini ve merakını da bu şekilde elde ettim.
Alman Lisesi denince genellikle ilk akla gelen özellikler, çalışma disiplini ve iki yabancı dili iyi öğrenmenin avantajlarıdır. Benim açımdan ise Alman Lisesi'nin en önemli özelliği, açık fikirli, her fikre ve görüşe önyargısız yaklaşmasını bilen gençler yetiştirmesidir. Resmi müfredatta yer alsın veya almasın, zamanın ağza alınması bile yasak isimleri ile bizi Alman Lisesi'ndeki öğretmenlerimiz tanıştırdılar - Karl Marx'ı da, Nazım Hikmet'i de onlardan öğrendik. Yaşadığımız kentin tarihini tanımaya da Alman öğretmenlerimle gezerek başladım. İstanbul'u en az annelerimiz ve babalarımız kadar iyi bilen öğretmenlerimiz sayesinde, nasıl mucizevi bir kentte yaşamakta olduğumuzun farkına vardım.
Abitur yaptım, zaten o yıllarda Abitur yapmadan mezun olma seçeneği yoktu. Öğrenimime İngiltere'de devam ettiğim için, çok daha az sayıda dersten mezun olan, ama daha ileri bir bilgi düzeyi ile üniversiteye başvuran İngiliz sisteminin öğrencileri ile birlikte okurken, belirli bir uyum sürecine ihtiyacım oldu. Daha geniş kapsamlı eğitim veren Abitur sisteminin, erken uzmanlaşma gerektiren İngiliz sistemine göre, çok yönlü ve kültürlü insanlar yetiştirmek açısından daha üstün olduğunu düşünüyorum.
Ne yazık ki geçmiş ile bugün arasında karşılaştırma yapmak imkanına sahip değilim. Kendi deneyimime dayanarak şunu söyleyebilirim: Alman Liselilik ruhunun en önemli belirleyicisi, okul döneminin ortak anılarından çok, okulda kazanılan Alman kültürüdür. Alman Lisesi'nde öğrenim koşulları, sosyal faaliyetlerde öğrencilerin sıkça buluşmasına izin vermez. Buna karşılık, Alman Lisesi öğrencileri, hem tüm dünya hem de ülkemiz için birinci derecede önem taşıyan bir ülkenin, Almanya'nın, dilini öğrenirler ve kültürüne yakınlaşırlar. Böylece bu gençlerin önünde, eğitimlerini, iş ilişkilerini - bütün yaşamlarını etkileyecek sonsuz bir ufuk açılır. Bu eğitimi ve kültürü almış kişiler arasında doğal olarak bir yakınlık oluşur. Almanya'daki kültürel gelişmeleri konu alan etkinlikler, Alman Liseliler arasındaki bağları yaşatmanın iyi bir yolu olabilir. Alman edebiyatı, Alman tiyatrosu, Alman sineması. Bizim mezuniyetimizden beri nasıl gelişti, nerelere geldi? Siyaseti yeterince her yerde okuyoruz ama, sporda, bilimde, sanatta Almanya'da neler oluyor, yeterince izleyebiliyor muyuz? Alman Lisesi mezunları kendi günlük yaşamlarında bu konuları aktif olarak izleseler de izlemeseler de, mutlaka bu alanların hepsine veya bir kısmına ilgi duyarlar.
Eğitimin yanı sıra benim kişiliğimin gelişmesinde en önemli etken, kuşkusuz annemin, babamın ve onların anne ve babalarının oluşturduğu geniş ailemin yönlendirmeleri olmuştur. Alman Lisesi'nden mezun olduktan sonra İngiltere ve ABD gibi farklı ülkelerde yaşamış ve öğrenim görmüş olmamın da kişiliğimi bir ölçüde etkilemiş olduğunu söyleyebilirim.
Sektörlere göre öncelikler belirleyen tavsiyelerde bulunmak istemem. Hem zaman içinde hangi sektörlerin öne çıkacağını tahmin etmek mümkün değildir, hem de yaratıcı ve çalışkan insanlar herhangi bir sektörde, hatta başkalarının geleneksel ve modası geçmiş sektörler olarak gördükleri alanlarda, kimsenin uzaktan göremediği olanakları bularak değerlendirme yeteneğine sahiptirler. Alman Lisesi'nde öğrenim gören gençler her şeyden önce, çok iyi bir temel eğitim alarak, iki yabancı dili iyi derecede öğrenerek yükseköğrenime ve çalışma yaşamına avantajlı başlama şansını elde ederler. En az bunlar kadar önemli olan, genellikle Alman Lisesi'nde eğitim alanların, açık fikirli; her türlü dogmaya karşı; sorunlara bilimin penceresinden bakma alışkanlığına sahip; her coğrafyadan, kültürden, ırktan, milliyetten, dinden insanlara saygılı; demokrat ruhlu ve kültürlü gençler olarak yetişmeleridir. Bu özelliklerin farkında olarak ve değerini bilerek hayata atılmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında, Alman Lisesi'ndeki öğrenim biçiminin nitelikleri nedeniyle eksik kalabilecek bazı yönlerini gençler bilinçli çabalarla tamamlayabilirler: Bunlardan ilk akla gelen, günümüzde artık son derecede önemli hale gelmiş olan İngilizce bilgisini ve pratiğini, Alman Lisesi'nde alınan temellerin üzerinde geliştirmektir. Alman Lisesi'ndeki öğrenim sürecinde eksik kaldığını düşündüğüm bir başka konu, hitabet becerisinin ve bir insan topluluğu karşısında rahat ve etkili biçimde konuşma yetkinliğinin geliştirilmesidir.
Babamla 20 yıl kadar birlikte çok yakın çalışma şansını elde ettim ve kendisinden çok şeyler öğrendim. Nejat Eczacıbaşı, oğullarına ve gençlere nasihatlerde bulunmaz, kendi davranışları ve yaşam biçimi ile örnek olmaya çalışırdı. Yine de kendisi için önem taşıyan ilkelerin neler olduğunu kendisinden duymak için çok fırsatım olmuştur. Bunları özetlemeye çalışayım: - "Kendi kendisine saygısı olmayan" insanlardan uzak durmak. Nejat Bey bir insan için "onun her şeyden önce kendisine saygısı yok" sonucuna varmışsa, o kişinin Nejat Bey'in güvenini kazanması bir daha mümkün olmazdı. Nejat Bey'e göre, insanın işine saygısı, başka insanlara saygısı, topluma saygısı, doğaya ve çevreye saygısı, öncelikle "kendine saygıyla" başlardı. - Sorumluluk alabilen insanları aramak. Nejat Bey'in iş yaşamında en beğendiği insanlar, işlerini iyi yapmakla yetinmeyip, gereğinde işlerinin tanımlanmış sınırlarını aşarak sorumluluk almaktan korkmayan insanlardı. "İş ve sorumluluk verilmez, alınır," sözünü sık sık tekrarlardı. - Kendini geliştirmesini seven insanlarla çalışmak. Nejat Bey, durmadan öğrenmek, kendini geliştirmek için çaba gösteren, kendi deyişiyle "merakları olan" insanlara hayranlık duyar, böyle insanlarla çalışmak ve dostluk etmek isterdi. - Karşı görüşleri dinlemek. Nejat Bey, karşı görüşleri dinlemeden doğruları bulmanın mümkün olamayacağına inanırdı. "Durun bakalım, onlar ne diyor, onları da dinleyelim," sözlerini ondan çok sık duyardık. Yönettiği kurumlarda yerleştirdiği katılımcı yönetim yaklaşımı kadar, karşıt görüşlerin bir platformda tartışılması amacıyla 1962'de kurduğu (daha sonra TESEV'e dönüşen) Ekonomik Sosyal Etüdler Konferans Heyeti gibi kurumlar da bu anlayışın ürünüydü. - Sosyal sorumluluğun önceliği. Nejat Bey, toplumsal gelişmenin bir bütün olarak görülmesi gerektiğini söyler, "sağlıksız bir ortamda hiçbir kurum sağlıklı kalamaz," derdi. Bir toplumun zenginleşmesi ile gelişmesinin aynı şey olmadığını çeşitli örnekler vererek anlatmayı severdi. O nedenle, sanayi ve ticaret alanındaki öncü kuruluşların da sadece ekonomik faaliyetlerle yetinemeyeceklerine dayanan bir sosyal sorumluluk anlayışı vardı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, bu görüşlerin etkisi ile kuruluşuna öncülük ettiği kurumlardan biriydi. - Ülkesinin parlak geleceğine ve potansiyeline inanmak. Nejat Bey'in, ülkesine ve ülkesinin insanına inancı sonsuzdu. Ona göre, Türkiye'nin geleceğine güvenmemek, ancak Türkiye'nin gerçekleştirmiş olduğu eşsiz atılımları bilmemek veya anlamamakla mümkün olabilirdi. Türkiye'nin yeterince bilinmeyen gücü, onun deyişiyle "dünyanın en iyi saklanmış sırrı" idi.
Büyük olasılıkla fen alanında akademik bir kariyeri seçerdim.
Marka değerlerini iyi tanımlamaktan, bu değerler ile uyumlu insanlar seçmekten ve yapılan her işin bu değerleri desteklemesine dikkat etmekten geçer. Güveni inşa edebilmek için, çok uzun bir süre içerisinde, tutarlı olmak gerekir. Güvenin yok edilmesi ise bir anda gerçekleşebilir.
Eczacıbaşı'nın iş alanları, kuruluş yıllarında kurucusunun uzmanlık konuları, daha sonraki dönemlerde ise ülke ekonomisinin geçirdiği aşamalar ve belirlenen iş stratejileri doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Değişen stratejilere göre bu alanlar değişmiştir ve ileride de değişecektir. Değişmemesi gereken şeyler kuruluşun değerleridir.
Eczacıbaşı profesyonel yöneticiler tarafından yönetiliyor. Benim iletişimim baş yöneticimiz (CEO) ile çok yoğun biçimde, diğer yöneticilerimizle ise düzenli toplantılar veya ihtiyaca göre yapılan görüşmeler çerçevesinde sürer. Sadece yöneticilerimizin değil, her çalışanımızın bana istediği zaman ulaşabilmesi, ama böyle doğrudan ilişkilerde amirlerin de mutlaka konular hakkında bilgilendirilmesi önemlidir.
Bunu benimle çalışan yöneticilerimize sormak en doğrusu olacaktır.
Değişimi ve gelişimi yakalamak için neler yapıyorsunuz? Çok okuyorum, internette çok vakit geçiriyorum.
Tabii oluyor. İş dışında eşime ve çocuklarımıza mümkün olduğu kadar fazla vakit ayırmaya çalışıyorum. Fırsat buldukça birlikte yurtiçinde ve yurtdışında geziler yapıyoruz. Kültür - sanat etkinliklerini izlemek, fotoğraf çekmek, müzik dinlemek, at binmek ve mevsimine göre deniz ve dağ sporları başlıca meraklarım.
Aileme ve meraklı olduğum konulara vakit ayırarak.
İş yaşamı az veya çok önemli pek çok konuda sürekli kararlar alınmasını gerektirir. Elbette ara sıra isabetsiz, yanlış kararların alınması kaçınılmazdır. Ama büyük oranda sağlıklı kararların alınmasını sağlayan ortamların oluşturulabilmesi çok önemlidir. Serbestçe karşıt görüşlerin tartışılması alışkanlığı yoksa, doğru kararlara varılamaz. Kurumlarda, karara katkılı olabilecek çalışanların fikirlerini özgürce ve korkusuzca, çekinmeden ifade edebilecekleri ortamların yaratılması için azami çaba gösterilmelidir. Bunun da temel şartı, insanların kendi görüşlerine saygı duyulduğunu, değer verildiğini hissetmeleridir.
Çağdaş dünyanın gerçekleri, bizi zor bir görevle karşı karşıya bırakıyor: Hem derin bir uzmanlık, hem de geniş bir genel kültür sahibi olmak. Bir konuda uzmanlığı olmayan insanların günümüzün dünyasında başarılı olmaları çok zor - her şeyden biraz anladığını düşünen, zeki insanların sayısı çok fazla. Bu nedenle yükseköğrenim ve onu takip eden, iş yaşamına giriş yıllarında kazanılan deneyimler çok önemli. Öte yandan, genel kültür sahibi olmayan insanların da günümüzde gerekli olan çok yönlü ilişkileri kurmaları ve yönetmeleri de mümkün değil. İnovasyon, yenilikçilik ve yaratıcılık, günümüzün dünyasında rekabette ayakta kalmanın ve başarılı olmanın başta gelen koşulları. Oysa farklı alanlar arasında bağlantılar keşfedebilen, köprüler kurabilen insanlar yenilikler yapabiliyorlar, yaratıcı olabiliyorlar. Bu da ancak belli bir genel kültür düzeyi ile mümkün olabiliyor. Her alanda yeniliklerin giderek hızlandığı bir dünyada hem uzmanlığın gereklerini yerine getirebilmek, yenilikleri izleyebilmek, hem de genel kültürünü geliştirmek kolay bir iş değil ama gençlerin başka çareleri olmadığını düşünüyorum.
Hem annem hem de babam sanata meraklı insanlardı. Annemin asıl merakı edebiyat, babamın ise müzikti, ama bunlar dışında tüm sanat alanlarına ilgi duyarlardı. Benim sanata olan merakımın gelişmesinde tabii her ikisinin de etkisi oldu. Bu merakım daha sonra Alman Lisesi yıllarımda gelişti. İngiltere'ye gideceğim zaman babam, başvurduğum ve kabul edildiğim Cambridge Üniversitesi yerine Londra'daki Imperial College'e gitmemi de bu nedenle istemişti: "Yükseköğrenim bir üniversite diploması alıp gelmek değildir. Üniversitede bilim okumak yeterli değil; hafta sonlarını, boş zamanlarını tiyatrolara, operalara, konserlere, müzelere giderek değerlendirmelisin. Londra gibi bir dünya merkezinde sanata daha yakın olursun," demişti.
İş dünyasının kültür ve sanata katkısı yeterli değil ama giderek artıyor. Özellikle ekonomik ortamın sorunlu olduğu dönemlerde iş dünyasının katkılarının azaldığını gözlemliyoruz - bunu tabii bir ölçüde doğal karşılamak gerekir. Kültür ve sanatın, toplumumuzda çok ihtiyaç duyduğumuz birleştirici gücünü her fırsatta vurgulamamız gerektiğini düşünüyorum.
Kar kayağına merakım çocukluğumdan beri devam eder. Lise-üniversite yıllarımda yelkenle meşgul oldum. En uzun süre devam ettirdiğim spor at binmek oldu ve bana her zaman büyük zevk verdi. Alman Lisesi'nde spor ciddi bir dersti. Ama sportif faaliyetlere ders saatleri dışında katılım özendirilen bir konu değildi. Benim zamanımda Alman Lisesi takımlarının okullar arası turnuvalarda önemli başarılar elde ettiklerini pek hatırlamam.
Bu kampanyanın amacı bir "farkındalık yaratmak" dışında bir şey olamaz. İnsanların zaman zaman kullandıkları anlaşılmaz ve gülünç dilin farkına varmaları ve biraz dikkatli olmaya çalışmaları bence bir kazançtır - bunu başardığımızı düşünüyorum. Ancak asıl önemli olan, okullarımızda daha iyi Türkçe eğitimi verilmesi, kitle iletişim kurumlarının da doğru Türkçe kullanımı konusunda özen göstermeleri. Bu alanlarda pek olumlu gelişmeler göremiyorum. Yeri gelmişken belirteyim: Bana bu duyarlılığı kazandıran da Alman Lisesi'ndeki sevgili hocalarım olmuştur.
Benim iş yaşamımdaki amacım, Eczacıbaşı markasının, ifade ettiği bütün değerlerle yaşatılması ve geliştirilmesi oldu. Hem kurumlaşma hem de uluslararası profilimizi geliştirme açısından çok yol aldık, ama ulaşmamız gereken daha ileri hedefler var. Bundan sonra amacım bu hedeflere ulaşmak için çalışmak ve ailemizin bizden sonraki kuşağının işleri devraldığı aşamada onlara rehberlik etmek olacak.
UMRAN ÖKTEN SORUYOR
Umran'cım, "6 oldu mu?" diye sorsaydın, "tabii ki olmadı"; "8 oldu mu?" diye sorsaydın, "tabii ki oldu" diye cevap verirdim. Ama 7?? - Galiba cevabı şöyle: Sekiz yıl boyunca mutlaka olmuştur, ama mezuniyet yılında olmadı.
Faruk aslında bende 5 yaş daha küçük ama, benden daha ağırbaşlı ve olgun olduğu için bazen yanlış izlenimler olabiliyor.
Baho'yu dikkatle izliyorum, bana neşe ve ilham veriyor. Hiçbir söylediğini kaçırmamam için sağ olsunlar arkadaşlarım bana yardımcı oluyorlar.
Çok severim ama ne yazık ki iyi bilmem, çünkü zamanında yeterince vakit verip öğrenemedim. Bu bağlamda, yukarıda sorulmuş olan bir soruya verdiğim yanıta bir noktayı ekleyeyim: Alman Lisesi öğrencilerinin dansa ve müziğe çok vakit ayırmalarını, her ikisine de merak sarmalarını, iyi dans eden ve bilinçli müzik dinleyen insanlar olmak için kendilerini eğitmelerini öneririm.
Alman Lisesi yıllarımda Heybeliada'ya yapılan bir "Ausflug" sırasında öğrendim ama - arşivlerde yer alan resimde görüldüğü gibi - ters bindiğim için fazla yol alamadım. Onun üzerine yine atlara geri döndüm.
Evet, sanıyorum 6. sınıfta müzik öğretmenimiz olan Herr Hoffman'ın yaşamımda özel bir yeri vardır. Tüm sınıf koro halinde şarkı söylerken, cebindeki ağır anahtar çantasını önümdeki sıraya fırlatarak - herhalde sesimi çok beğendiği için - "sen sus!" diye beni susturması, benim için sanat kariyerimi başlamadan sona erdiren bir travma, arkadaşlarım için ise eğlenceli bir anı olarak kalmıştır.
Yılmadan çalıştım ve 60 yaşımı aştıktan sonra bir gün Borusan Filarmoni Orkestrasını, yarım saatlik bir süre için yöneterek, müzik dünyasının unutulmaz orkestra şefleri arasında yer aldım. Tabii bu şöhretimi de Herr Hoffman'a borçluyum.