ÇAĞLAR, SELCAN
DER, DIE, DAS
Alman Lisesi öğrenim yıllarınız:
1964-1972
Alman Lisesi sonrası eğitiminiz:
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Mimarlık Bölümü, Şehircilik Dalında Doktora
Mesleğiniz:
Yüksek Mimar
Halen çalıştığınız yer / Bulunduğunuz pozisyon:
Emekli
Meslek dışı çalışmalarınız:
Eczacıbaşı ve Bayan Voleybol Milli Takımı Oyuncusu ve Kaptanı, Voleybol Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi, Bayan Milli Takımlar Menajeri, Eczacıbaşı Bayan Voleybol Takımı Menajeri
Eserleriniz:
Jübile (1985), Doktora Tezi (1986), İçimdeki Yolculuk (2010)
Yabancı diliniz:
Almanca, İngilizce
Çocuklarınızın isimleri:
Defne, Derya
Ailenizdeki başka Alman Liseliler:
Ağabeyim Şaban Çağlar, Ablam Yaprak Çağlar, İkisi de 1968 Alman Lisesi Mezunu
E-posta adresiniz:
selcancaglar@gmail.com
ÇAĞLAR, SELCAN Cevaplıyor
Babam, zamanında Almanya'da yüksek tahsil yaptığı ve o kültürü beğendiği için, ailenin tüm çocuklarını Alman Lisesi'ne yönlendirmişti. Ben de, ablam ve ağabeyimin peşinden, kendimi Alman Lisesi'nde buldum.
Beşten şaşma, altıyı aşma, asla sınıfta kalma felsefesi olan bir öğrenciydim, arada yüksek not aldığım da olmuştur kazara. Çok yaramazdım ve altıncı, dokuzuncu ve onuncu sınıflarda, Mayıs sonu üç gün uzaklaştırma almış olduğumu gururla belirtmek isterim. Macide Hanım beni çok severdi, her Cuma, dördüncü derste beni yanına çağırır, disiplin kurallarını hatırlatırdı. Sevgiler, selamlar olsun kendisine ve de Türk Müdürümüz Adnan Bey'e.
En sevdiğim matematikti; çok basit ve ödevsiz olduğu için. Felsefe ve Yurttaşlık Bilgisi, Askerlik dersleri saçma gelirdi, sevmezdim.
Herr Lehmann'ı severdim, ilginç ve enerjik bir adamdı. İngilizce ve müzik dersine gelirdi, sınıf öğretmenimizdi, bize hayat dersleri de verirdi. Halen öğrettiği gospelleri ve "What shall we do with the drunken sailor" ı keyifle hatırlarım. İtalyanca ve Fransızca şarkı da öğretmişti bize. Çatlak Nolting de, iz bırakmış bir hocamızdı, iyi mi kötü mü bilemedim, çok gülerdik derslerinde, hemen bizi Klassenbuch'a yazardı, ama bu bizim eğlencemizi bozmazdı, sonuç olarak yılsonu 3 gün uzaklaştırma/tatil hakkımıza katkı sağlardı. Ve de, ah sevgili Rüştü Hocamızzzz !!! Bizim çılgın sınıfa her girdiğinde bir sürpriz ile karşılaşırdı. Sıraları farklı dizerdik, Almanca hocamız yaptırttı derdik, saygı gösterirdi. Çok hoş ve kaliteli, değerli hocalarımız vardı gerçekten. Saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
Önce, Turnhalle'de folklor çalışmalarına katıldım, boyum uzun olduğu için sırayı bozuyordum, beni kenarda oturtmaya başladılar. Sonrasında, yedinci sınıfta, ablamın peşinden sevgili Selim Seyhan'ın çalıştırdığı voleybol takımına katıldım ve orda başladı top hayatım ve bugüne dek sürdü. Okul kırma faaliyetlerimiz de vardı; Tünel'de büfede buluşur, yokuş aşağı vurup Karaköy'den Ada vapuruna biner, gezer, tozar, bazen denize girer, geri dönerdik. Cumartesi günleri, dersler erken biterdi, bir koşu eve gider, üstümüzü değiştirir, Harbiye'deki Kulüp 33 veya Hydromel'e diskoteğe giderdik. Pistin kenarını kapar, 3-4 saat tepindikten sonra kan-ter içinde, 7 gibi eve dönerdik. Her şey çok masum, delikanlı ve keyifliydi.
Sıra arkadaşlarım Ayşegül Demirpençe, Sevla İçöz, Binnaz Orhon, Joy Bedrosyan (Yerçanik Ayık), Muhlis Kenter ve Nükhet Eczacıbaşı idi. Hepsi ile çok güler, çok kıkırdardık. Selam, sevgi hepsine.
Biz, sekizinci sınıftayken, bir araştırma kuruluşu gelip bizle röportajlar yapmıştı. Ben, orada hayaller sorusuna, manken olmak, Londra'ya gitmek dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında, on ikinci sınıfta biyokimya okumaya başladık ve çok sevdim. Ancak, Türkiye koşullarında, o gün yüksek öğrenimde böyle bir dal yoktu, ben de Fındıklı'yı beğendiğim için, sanatı sevdiğim için, Mimarlık okumaya gittim.
Biz, sabah karanlığında, saat 7 civarında, Etiler'den otobüsle Tünel'e giderdik, servis falan bilinmezdi. Dönüşte 13.35 Taksim-Uçaksavar otobüsüne yetişir, eve iki gibi gelip yemek yer, saat 16.00 da tekrar otobüsle Taksim'e gelir, Kristal Büfe'den has hamburger yer, Beyoğlu Hasnun Galip Sokak'taki Galatasaray Voleybol Takımı'nın antrenmanlarına çıkardım. O dönem işte hayatı böyle keyifle ve rahatlıkla sürdürebildiğimiz bir kentte yaşıyorduk. Bugün, bu programı özel araçla bile yapsam çok yorucu olur. Okul kıyafeti serbestti, ancak herkes, az çok aynı şeyleri giydiğinden, abartılı bir durum söz konusu olmazdı. Mini eteğin boyu biraz daha kısa veya uzun olurdu o kadar. Merdivenlerin iç tarafından yukarı çıkardık. Yurt dışına giden olursa jean ve kadife pantolon ısmarlardık, okula giymek için. 1971 de, ilk kez Mudo, Dünya-Fitaş sinemalarının pasajında mağaza açtı ve T-shirt yapmaya başladı. Babamla bir alışveriş sırasında, uzun kollu bir T-shirt alacaktım; "Kızım, bu bildiğin iç fanila. Bunu nasıl giyeceksin ?" dedi. O iç fanila bugün tek giysi oldu nerdeyse.
Onuncu sınıfta yıl sonu geldi, bütün sınavlar bitti, 15 dakikalık büyük teneffüste, birisi tarih kitabını yırtmaya başladı. Derken bir diğeri coğrafya, edebiyat derken koca bir yığın oldu kürsünün yanında. Bir aklı evvel de, ismini bizim dönem bilir; bir kibrit çaktı !!! Yangın çıktı !!! Hemen üstüne çıkıp tepindik, su döktük, ama yerdeki linolium yandı ve okulu acayip bir koku sardı. Bir sonraki ders Fizik'ti, biz kapıyı çekip laboratuvara indik. Dersin ortasında, tüm haşmetiyle, Herr Anstock girdi içeri. Yanında Herr Kapps, Adnan Bey falan. Kim yaptı bilmek istedi haliyle. Sınıftan çıt çıkmadı. Sonrasında o an sınıfta olan, yırtan ve kibrit çakan olmak üzere üç kategoride tespitler yapıldı ve cezalar alındı. Bu gibi durumlarda bindiğimiz ada vapuruna, nerdeyse tüm sınıf bindik sonuç olarak ve dönüşte, Edebiyat Hocamız Lamia Hanım'a rastladık. Hayretler içinde kalınca "İzinliyiz Hocam!" dedik
Valla, hepsini aynen yapardım diyorum, kanımız deli aktığı için, başka bir şey mümkün değil ki zaten . Sınıfta kalmadım, kişilere karşı bir saygısızlık yapmadım, hiçbir kötü niyetim yoktu, eğleniyorduk işte, o kadar.
Mimarlık okudum, ama çok az yaptım, daha çok kendi evimde uyguladım bildiklerimi. Babam mutlu olsun diye Doktora yaptım, bir faydasını görmedim. Ama, hayatı dolu dolu yaşadım.
Alman Lisesi'nde, hayatımın en eğlenceli ve güzel yıllarını geçirdim. Nerdeyse, hiç ders verilmezdi, öğleden sonraları kendimize aitti. Bize, hocalarımız son yıllarımızda "Siz" diye hitap ederdi. Ne kadar önemli bir şey. Halen en yakın arkadaşlarım lise yıllarından. Kız-erkek karışık okumak, bize büyük özgürlük ve öz güven verdi. Sistematik düşünmeyi öğrendim, tertiplilik ve disiplin iş hayatımın bir parçası oldu, şimdilerde emekli olunca bunlardan kurtulmaya çalışıyorum. Hayat bunların bittiği yerde başlıyor galiba bu yaşta.
Şehrin merkezinde olması, kız-erkek eşitliği, çağdaş Avrupa değerlerini öğretmesi, fen lisesi olması en önemli özellikleri.
Evet yaptım, ancak Türkiye'de yükseköğrenim gördüğüm için, bana özel bir katkısı olmadı.
Bence, insanlar birlikte bir şeyler paylaştıkları zaman kaynaşıyorlar. Organize geziler, enteresan olabilir. Weimar, Berlin, Dresden, Salzburg , Bozen, İsviçre. Günübirlik, İstanbul içinde de yapılabilir. Dernek bunlardan kazanç elde edebilir.
Ben, içimden geldiği gibi yaşayabildim çok şükür. Top oynamayı sevdim, bu beni, hiç hayal bile edemeyeceğim yerlere taşıdı. Kendim yaptım, kimseden bir şey beklemedim, burnumun doğrultusuna gittim. Böylesi bir yolda, yorulmuyor da insan.
Valla, ne desem boş, herkes kendi yolunu çizer, benim çizdiğim gibi. Kimseyi dinlemeyin, ne istiyorsanız onu yapın, başkalarının hayallerini gerçekleştireceğinize, kendi yolunuzu bulun derim. Bu zor bir şey değil, herkesin kendi sevdiği, sevmediği şeyler var, gözü-kulağı var. Yeter bu kadar donanım zaten. Yolları açık olsun, sevgiler.
CANAN AYDINALP SORUYOR
Alman Lisesi'nden sonra, DGSA da Mimarlık okumaya başladım ve her hocanın farklı görüşleri ve beğenileri arasında çok bocaladım. İki kere iki orada farklı sonuçlara sahipti, ama çok hoş bir sanat ortamıydı ve keyifli bir öğrencilik sonrası Şehircilik Kürsüsü'nde asistanlık görevine başladım. Evlilik, doktora, voleybol, seyahatler, hepsi bir arada devam etti. Genel olarak çok hareketli, bereketli ve zevkli geçti hayat.
Alman Lisesi'nde sevgili Selim Seyhan, ablamlara voleybol antrenmanı yaptırıyordu, 7. Sınıfta ben de aralarına katıldım. Önce, aslında folklora merak sarmıştım, ama boyum sırayı bozduğu için, hoca beni kenarda oturtmaya başlayınca, okul sonrası voleybol çalışmalarına katılmaya başladım.
Top oynamayı, çocukluğumdan beri severdim zaten. Mahallede futbol, yakantop, voleybol zaten oynamıştık. Voleybol, en zevklisiydi benim için. Mahallemiz, Etiler Çamlık'ta, toprak sahada gece maçları olurdu, bayılırdık seyretmeye.
Okul takımıyla başarılı olunca, Galatasaray'dan teklif geldi. Yeni ve genç bir takım kuruyorlardı. Bizim okuldan, ablam Yaprak, Sezgin Akbay, Müeddep ve Zeynep kardeşler Cimbom'lu olduk. Pür amatör, haftada iki gün Beyoğlu Hasnun Galip'te antrenmanlara başladık. Okuldan 13.15 de çıkıp, Etiler'e otobüsle gidip, yemek yiyip, dönüp 16.30 daki idmana yine Beyoğlu'na geliyordum. Beyoğlu'nun arka sokaklarına sapılmazdı o zamanlar, ama esnaf bizi tanıdığı için, birbirlerine seslenirlerdi "bunlar sporcu, elleşmeyin!" diye. 1970-74 arası lig maçları Gümüşsuyu İTÜ kampüsünde oynanırdı, buz gibi bir salon, tribün olarak bir asma kat vardı sadece. Okul maçları ise Sultanahmet'te Amerikan Dershanesi denen yerin salonunda oynanırdı ve salonda bildiğimiz soba yanardı, servis köşesinin arkasında. O sıralarda Eczacıbaşı, Levent'te salon yaptı ve takımın başına Cengiz Göllü'yü getirdi. Bizim amatör halimizle onları yenemeyeceğimizi anlayınca ve Cengiz Abi'yi Milli Takım'da tanıyınca, üstüne bir de Cengiz Abi bana ısrarla transfer teklif edince 1974 yazında Eczacıbaşı'lı oldum.
İlk kez, Eczacıbaşı gayet profesyonel bir yönetimle bizlere bir cep harçlığı verdi ve bu sayede antrenman disiplini sağlandı. Yoksa "üşüttüm, dayım öldü, Bayram oldu" gibi mazeretlerle kızlar gelmez, her idman eksik kadro kalınır ve ciddi idman yapılamazdı. Bunun yanında sporcunun tüm ihtiyaçlarının karşılandığı bir spor salonu, Türkiye'nin en iyi spor yöneticilerinden Şakir Eczacıbaşı gibi bir yönetici, voleybolun öncüsü Cengiz Göllü gibi şahane bir antrenör bir araya gelince, kadın ve erkek voleybolunda kulüp bünyesinde bir hareket ve başarının ilk adımları başladı. Avrupa'da takımları yendikçe, önce gurbetçilerin göz bebeği olduk. Maçlarımız doldu taştı. TRT bizim maçlarımızı yayınlamaya başladı, tek kanal yayın olduğu için, çok popüler olduk. Her galibiyetten sonra, Spor Okulu'na rağbet arttı. Sporcu kızlara pek iyi gözle bakılmazken, bir anda "Bacı" ve kahraman olduk.
Ben, voleybola başladığımda, Kadın Milli Takımı başarısızlıktan ötürü iptal edilmişti, yoktu. Kulüp başarısı geldikçe, Milli Takım yeniden kuruldu. O dönem sporda, voleybolda Demir Perde denen tüm komünist ülkeler, Avrupa'da ilk sekiz sırayı alırlar, ardından Batı ülkeleri gelirdi. Balkan Şampiyonaları'nda yine o ülkeler, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Yugoslavya ilk sıraları paylaşırlar, bizim için ise ancak Yunanistan'ı yenmek söz konusu olurdu. Bu durumdan bıkan Batı Avrupa ülkeleri kendi aralarında Bahar Kupası adı altında bir turnuva düzenlemeye başladı. Orada işte, biz Batı Avrupa'nın bir çok takımını yener olduk. Avusturya, İngiltere, Fransa, İspanya, İsveç, Norveç, Danimarka, İsviçre, Belçika, Portekiz. Türk halkının işçi olarak gittiği, kendini, karşısında ezik hissettiği milletleri yendikçe, biz büyük gurur kaynağı olduk herkes için. Hiç bir takım, sporu dalında bu başarıyı tadamamıştı o güne dek. Bizi böyle sevdi Türk halkı. 1972-1985 yılları arasında, bu süreci sporcu ve sonrasında takım kaptanı olarak yaşadım ben ve çok çok keyifliydi.
Şampiyon Kulüpler Turnuvası'nda da yine çok güçlü Doğu Blok'u rakipleriyle çekiştik ve sonunda ilk kez finale kaldık 1980 de. Macaristan, Çekoslovakya ve Arnavutluk vardı finalde. İlk iki gün maçları hüsranla sonuçlanıp biz kendimizi kötü hissederken, diğer takımlar birbirini yendi ve son gün Arnavutluk'u yenersek bize dereceye girme şansı doğdu, bizim maç Pazar sabahı 09.00 da ! Hiç kimse bizden bir sürpriz beklemezken, biz sabahın altısında kalkıp, kendimizi eksi bilmem kaç derecede karlı, karanlık sokağa attık. Yürüdük, yürüdük, açıldık. 08.15 de ısınmaya çıktığımızda zımba gibiydik. Diğer takım uyanamadan müthiş bir oyunla 3-0 maçı alarak bileğimizin hakkıyla bir tarih yazdık. İlk kez bir takım Avrupa İkincisi oluyordu, hem de kadınlarda !!! Ben de süper top oynayarak, o zamanlar MVP yerine geçen, Avrupa Karması'na seçildim.
Ailem ve sonra eşim, spora gönül vermiş insanlardı, beni hep hoş gördüler, idare ettiler. Öğrencilik daha zordu, yorgun halde proje çizmek bayağı irade gerektiriyordu. Seyahatlerde ise Cengiz Abi beni kayırıyordu, uçakla gidip geliyordum, takım, otobüsle giderken, neyse bitirdim üniversiteyi. Sonrasında, Akademi'de asistanlık yaptığım için, Spor Bakanlığı'ndan okula yazı gider, ben izinli sayılırdım. Tabi, hepsini ayrı ayrı organize etmek de benim işimdi.
Aktif spor hayatım bittikten sonra, iki çocuk doğurdum, o geçiş çok zor oldu doğrusu. Evin dışında, son derece aktif bir hayatı olan ben, bir kaç yıl boyunca evin içinde daraldım. Arada salona gidip, yine kendi aramızda maç yaptık, eğlendik. Ama, hiç bir şey de bir daha, profesyonel top oynamak kadar zevkli olmadı. 1996 yılında Federasyonda Yönetim Kurulu üyesi ve Bayan Milli Takımlar Sorumlusu olarak görev aldığımda, yeniden sahalara dönerek biraz teselli buldum. Bilgi Üniversitesi'nin kuruluş aşamasında, Spor Birimini kurdum, ardından Öğrenci Dekanlığı yaptım. Sonunda 2004 te yine Eczacıbaşı'na dönerek Bayan Voleybol Takımı'nın genel menajerlik görevini üstlendim, o dönem de 4 yıl çok keyifliydi, genç bir nesil yetiştirdik, o gençlerle üç yıl üst üste Türkiye Şampiyonu olduk. 2012 de ilk kez Olimpiyat'lara katılan Milli Takım'ın menajerliği ise benim voleybol hayatımın zirvesiydi. Olimpiyat deneyimi, bambaşka ilginç bir olaydı benim için.
Kızım Defne Eczacıbaşı, Yıldız takımında oynadı, ancak sonrasında eğitim hayatı ağır bastı, bir dönem bıraktı. Şimdi, Londra'da yine büyük keyif alarak voleybol oynuyor. Oğlum Derya ise, Milli Snowboard Takımı'nda bir dönem yer aldı. Genelde sporcu bir aileyiz denebilir
Spor spor olmaktan çıktı bence ve de pazarlama, kimyasallar, propaganda, yolsuzluk, görgüsüzlük kulvarında ilerleyen tuhaf bir aktivite oldu. Bir maçı, bir milyar insan izliyorsa, tabii ki bütün bunlar olacak, kaçınılmaz
Keyif alıyorsa, çocuk gibi kalıyorsa, sporun ruhunu yakalamış demektir, devam . Ne branş olursa olsun, farketmez.
CANAN ÖNER TUNA SORUYOR
Ben, bana söylenen, öğretilen her şeyi en iyi şekilde yaptım. İyi okudum, iyi evlat, iyi arkadaş, iyi sporcu oldum, doktora yaptım, evlendim, çocuk yaptım. "E bu mudur hayat?" dedim. "Budur" dediler. 40 yaşında, kafamda bir dolu sorularla kalakaldım. Sorulara cevapları pek çok yerde aradım. Meditasyon, Yoga, Astroloji, spiritüel bilgiler, enerjiler, nefes teknikleri, farkındalık seminerleri, vs, vs. 1992 yılından beri. Hepsini kendi üstümde denedim. Yüzeysel, çözümsüz, kafa karıştırıcı ve geçici buldum hepsini. Ruhu okşayan bir dolu söylemler, ancak gerçek değişim, dönüşümü sağlayamadı hiçbiri. Kafamdaki soruları çözmedi ve beni hafifletip, keyifli hale getirmedi, hayat güzelleşmedi. Sonunda kendi kendimi değiştirebileceğim bir teknik öğrendim, beden enerjimi değiştirdikçe hayat güzelleşti, diz, bel, omuz ve sırt ağrılarım bitti. Uykularım düzeldi, hayat basitleşti ve rahatladı. Kafamdaki soruların cevaplarını kendi içimden buldum, İçimdeki yolculuk buydu benim için.